
Güneşin saçları uzun, salkım salkım... Güneş saçlarını İstanbul’a, O’nun en güzel tepesinden aşağı salıyordu. İstanbul gülüyordu ona, alkış tutuyordu martılarıyla… El uzatıyordu uzun servileriyle…
Ne kadar yaşasan da İstanbul’da, anlayamazsın dilini. Biliyorum dediğin yerleri, bir bilmece oluverir ertesi güne. Güneş bile kıskanır ki, en güzel pozunu İstanbul’la verir objektiflere. Güneş de âşıktır İstanbul’a. Adalarda ayrı bir türkü yakılırken, boğazda ayrı bir ezgi.
Kimi zaman labirent olan sokaklar, miniklerin misket yuvarladığı, kız çocuklarının ip atlayıp, anaların çekirdek çitlediği, genç kızların İstanbul’u kıskanıp da, elişlerinde ilmek ilmek İstanbul ördüğü, sokaklarına yağmurdan sonra bir de ıhlamur kokusu dolan, İstanbul mahalleleri…
Ağaçların “hu hu” ları, kuşların “Canım İstanbul” cıvıltıları…
Emirgan’da bir mangal kokusu… Yine piknik mi var ne?
Bu sözün ardından bastık kahkahayı. Emirgan’a doğru yol alan otobüste, çok saygı duyduğum bir insanla…
Her yaz olduğu gibi bu yaz da, Emirgan’a gidiyorduk komşularımızla. Yıllardır yapılan, nerdeyse gelenek haline dönüşmüş olan, sokağımızın ayrı bir neşesiydi, komşularla piknik. Her yıl yeni insanlarla tanışma fırsatımız olup yeni kaynaşmalar yaşardık.
İki yıldır pikniğin keyfini bir başka alıyorum. Geçen sene üç beş sokak aşağımızda bulunan kilisenin papazıyla tanışmıştım. Çok tuhafıma gitmişti, bir papazın bizim memleketimizde olması… Çünkü biz Müslüman bir ülkede yaşıyorduk, papazlar ise Hristiyan. “Nasıl olur da bu ülkede yaşarlar, ne işleri olur?”. Düşünmüştüm. Meğerse asıl mesele benim düşüncelerimmiş. Konuştuğum papaz anlattı bana her şeyi. Bildiğim sandığım şeyler asıl bilmediklerimmiş.
“İstanbul bu”, dedi. “Türlü insan ayak basmış, ne olduğunu bilmediğimiz nerden geldiklerini niye geldiklerini anlayamadığımız insanlar… “Her insan bir ağaç dikmiş İstanbul’a” dedi.
Düşündüm, her insan ağaç dikseydi İstanbul’a, koca bir orman olurdu! Madem, o kadar insan ayak basmış dedim içimden. Anladı, anlamsız bakışlarımdan sanırım. Sonra dediği şu oldu;
— Bak evlat, Tanrı her beldeyi kutsal kılmış. Ve onlara özgü çocukları, değerleri vardır. İstanbul da kutsal yer ve onun çocukları da, onun değerleridir. Ve başlamıştı anlatmaya. Ve çam kokan ormanda geçmişe, tarih öncesine götürdü sözleriyle…
“Günler geçti, yıllar bitti…
Ne soylar arttı, Ne soylar tükendi.
İstanbul’un, adını da, şanını da, sesini de duymayan yoktur. Sine-i İstanbul, neler gördü geçirdi. Kimleri barındırdı. Evliyalar ayak bastı, peygamberler sözlerinde onu andı ve o içinde altından göllerini akıttığı, üzerlerinde yerin sarsmayacak tarihlerinin filizlendiği aziz İstanbul…
Hücumlara uğrayan İstanbul, tarih boyunca ilgi çekiciliği, coğrafi konumu, sayesinde adı, kıtalar arası anlam kazanmış. Medeniyetler arası, kültür alışverişi yapmayı sağlamıştır. Bunu duyan hücuma geçmiş Konstantiniyye’ye sahip çıkmak, liderlik kurmak için…
Edward’da Konstantiniyye’ye sahip olmak isteyenlerdendi. Türlü türlü planlar yapmış, Konstantiniyye’nin sahibi olmak için hayal kurmuştu. Bu istek, imparator Konstantin’in kulağına gittiğinden, idam kararı alınmış, Bütün şehirde aranmaya başlanmıştı. O da askerlerden kaçarak, bir dehlize sığınmıştı. Öyle ki İstanbul’un altında gizli tüneller, irili ufaklı dehlizler bulunur. Kimi zaman savaşlarda hükümdarlar, papazlar ve şehrin ileri gelenleri kaçmak ya da saklanmak için kullanırdı ki bunun en merkezi yeri ve başlangıcı Tekfur Sarayı ve çevresiyle, halen ilgi uyandıran yapısıyla son nokta Ayasofya’dır.
Hatta bir efsane olarak halkın arasında yaşayan yılanlar kraliçesi Şahmeranın Zeyrek dehlizlerinde efsaneleştiği bir başka gizem bir başka heyecandır.
Edward, kültürlü bir yapıya sahip Konstantiniyye’de, nerde ne var, ne yok bilen biriydi. Konstantiniyye’yle ilgili kitaplar okurken, İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed’in müjdelediği O komutanı öğrenmişti. Kafasını kurcalayıp duruyordu. Bu, bir kısım insanların kutsal saydığı kişi, nasıl olur da böyle bir insandan, yıllar öncesinden, bir bilgisi olup, O’nu geleceğe müjdelerdi.
Bir kâhin, bir sihirbaz asla hiç görmediği, hiç bilmediği, hiç duymadığı bir beldenin, feth olunacağını, o fethi yapanın, onun askerlerinin şehitlik mertebesiyle şerefleneceğini asla bilemezdi. Edward günlerce beynini meşgul eden, Kostantin’in şehrini çepeçevre kuşatan komutanın geleceğini haber veren bu peygamberi de, tüm içtenliğiyle kıskanıyordu. Bu kıskançlık bir gecede Haliç’e gemilerini indiren komutandan da nefret ettiriyordu.
Attığı adımların, ikisi ileri gidiyorsa, biri mutlaka geri geliyor, adeta yerinde sayıyordu. Araştırmalarını iyice geliştirmişti. Gün geçtikçe inancı daha da artıyordu. Bu dinle mi gerçeğe ulaşacaktı, yoksa taşlar yerinde kalmaya devam edip, emeline ulaşacak mıydı? Aklına gelen düşünceler ve özgürlüğünün kısıtlanması onu iyice sıkıntıya sokmuştu. Tüylerini ürpertiyordu.
”Ya bu komutan da, kendi imparatoru gibi onu öldürmek isterse, ya bu komutanda dini, dili farklı olduğu için ona işkence ederse?” Her şey allak bullak olmuştu. Ya sıkıştığı yerden çıkacak ya da O komutanla karşı karşıya gelecekti. Nefes alıp vermekte zorlanıyordu, korkuyordu. Dizlerinin üzerine çöküp, başını ellerinin arasına alarak düşünmeye başladı. Fakat düşünceleri onu yıpratmaktan başka bir işe yaramıyordu.
***
Halk telaşa kapılmış, devlet ayağa kalkmış, silahlanma başlamıştı. Sokaklar insan seliyle dolarken hapishaneler, mahzenler, hücreler boşalmakta. Saray erkânı ise saklanacak yer aramakta. Karanlıklarda günlerini geçiren Edward “acaba?” dedi. Ve gelen komutanın adını öğrendi.
Mehmet, Mehmet’ti komutanın adı…
Uzun soluklu bir savaş olmuştu.
Ve Mehmet, şehre ayak basmış, Konstantin tahttan inmişti. Asil askerleriyle, dillerindeki narayla, Konstantin zaferi kazanılmıştı.
Endişesi daha da çok artmıştı Edward’ın, yerinde duramıyordu korkusundan, bir ilahi gücün olduğunu düşünüyordu bu komutanın ardında ve yerinden kıpırdayamıyordu. İyice çaresiz kalmıştı.
Özgürlük sokağa yansımıştı. Konstantiniyye asıl liderini bulmuştu. Edward emeline ulaşamamıştı, fakat bunun içinde üzülmüyordu. Çünkü “Demek ki bu din doğruymuş, yalan değil, bu kutlu komutanı, kutsal insan geçmişte onun geleceğini bildirmiş” dedi. Doğruyu bulmuştu bu sayede. Böyle bir doğrunun yıllar öncesinden bir elçiyle ispatlanması, bildiği doğruları alt üst etmişti.
Bir fırsatını bulup o kumandanla konuşması gerekiyordu. Aklında şüpheleri kalmamalıydı. Haklıydı da…
Edward, halkın arasına karıştığı zaman askerler onu tutuklamıştı. Edward korkuyordu, Mehmet’le konuşamayacağını sanıyordu. Aslında cesareti de yok gibiydi. Ya Mehmet Onu huzuruna kabul etmeyip, başını vurdurursa… Ama denemeliydi, sonuç ne olursa olsun. Askerlere güç bela anlattı sıkıntısını. Askerler, Mehmet’le konuşacaktı. Haber yollandı.
Mehmet huzuruna kabul etmişti onu. Korktuğu gibi ne din ayrımı yapmıştı ne de ırk, ona karşı hiçbir aşağılama ve eziyet göstermemişti. Korkularının yersiz çıktığını anlayınca derin bir nefes aldı. Bu mütevazılıkten etkilenen Edward, müjdelenen komutanın ancak böyle biri olacağına inanarak, şahadet getirdi, İslam dinine girmiş oldu.
Hıristiyanlıktansa, Müslüman olmak O’na daha onur verici geliyordu. Bu onuru en yüksek mertebede yaşamak için ve Fatih’e layık bir elçi olmak için elinden geleni yapıyordu. Âlimlerden Kuran öğrenmeye başlamış, bildiği konuları onlarla paylaşmış, pozitif ilimlerde çalışmalara başlamıştı.
Mehmet’e Konstantiniyye’yle ilgili bildiklerini paylaşıyor, bir nevi kılavuzluk yapıyordu. Konstantiniyye’nin, İstanbul’un kiliselerini, sarnıçlarını, gizli geçitlerini Fatih’e anlatmıştı.
Edward, Müslüman olduğundan beri adından rahatsız olmuştu. Onu en çok etkileyende, Süleyman peygamber olmuştu. Ki Süleyman, hanları, sarayları varken ve peygamber iken vefat etmiş, bu dünyanın hükümdarı iken, dünyanın ona da kalmaması ve hükümdarlığını O’da kötüye kullanmamasından da etkilenerek bu isme sahip olmak istemişti. Ve bundan böyle Süleyman olarak tanınmıştı.
Süleyman da, Fatih gibi bir İstanbul aşığıydı. O’na şiirler yazmış, kimi zamanda İstanbul’un derdini anlatır gibi kaleminden ağıtlar akıtmıştı.
O İstanbul ki, çeşit çeşit insana ev sahipliği yapan, dertlerini paylaşan,
O İstanbul ki, nice bayrakları göklerinde dalgalandırıp, denizlerinde batıran, kiliselerinde çaldığı çanları, ezan sesi olarak yükselten, Ayasofya’yı cami yapan, en güzel meydanını, Sultan Ahmed’in camisine ayıran, denizin ortasında o göz alıcı, kız kulesini ışıklandıran,
Evliyalar şehri, büyük devletlerin başkenti olan, O İstanbul ki Süleyman’ı âşık etmiş, Süleyman’ı yola getirmiştir…
Vazgeçmemiştir Süleyman İstanbul’dan, belki de Konstantiniyye’nin asıl sahibi O oldu. Kendi dilini, dinini, ırkını bırakıp bir Fatih oldu. Fatih gibi, nesiller yetiştirdi. O da bir kumandan oldu. İstanbul’a aşkını anlattı.
Bir kesitti belki de hayatından, belki de asıl İstanbul oydu. İstanbul Fatih’le yeniden dirildi, Süleyman’ın kalemiyle hayat buldu. Döküldü kaleminden Süleyman’ın;
Ne aşığın var, İstanbul!
Ne dertler taşıdın, ne dermanlar buldun
Ne şanslısın, Ey Koca İstanbul!
Yiğitler sende dirilirken,
Ölümü sende tattı imparatorlar.
Yıllar sende yaşam bulurken.
Günler sende takvimlere konu oldu.
Ne zamanlısın, Ey Koca İstanbul!
Tohumlar seninle toprağa düşerken,
Seninle tarihler yeşerdi.
Ne büyüksün, Ey Koca İstanbul!
Yağmurlar yağarken denizlerine,
Bir yaş da ben akıttığım toprakların,
Şehidimin kanını taşıyan, Ey Koca İstanbul!
Şiirlerde adın, şarkılarda adın
Şairlerin titreyen nağmelerinde, O adın
Ne şöhretlisin, Ey Aziz İstanbul!…
Çamlıca tepesinden baktın mı,?
Bir uçtan, bir uca
Uçsuz bucaksız, Ey Koca İstanbul!
Roma imparatorlarını, imparator yapan, isimlerini kıtalara yayan, onları şahlandıran, bizleri Fatih yapan ve bizleri göğsünde barındıran, koca İstanbul!…
Ne dertler taşıdın, ne dermanlar buldun
Ne şanslısın, Ey Koca İstanbul!
Yiğitler sende dirilirken,
Ölümü sende tattı imparatorlar.
Yıllar sende yaşam bulurken.
Günler sende takvimlere konu oldu.
Ne zamanlısın, Ey Koca İstanbul!
Tohumlar seninle toprağa düşerken,
Seninle tarihler yeşerdi.
Ne büyüksün, Ey Koca İstanbul!
Yağmurlar yağarken denizlerine,
Bir yaş da ben akıttığım toprakların,
Şehidimin kanını taşıyan, Ey Koca İstanbul!
Şiirlerde adın, şarkılarda adın
Şairlerin titreyen nağmelerinde, O adın
Ne şöhretlisin, Ey Aziz İstanbul!…
Çamlıca tepesinden baktın mı,?
Bir uçtan, bir uca
Uçsuz bucaksız, Ey Koca İstanbul!
Roma imparatorlarını, imparator yapan, isimlerini kıtalara yayan, onları şahlandıran, bizleri Fatih yapan ve bizleri göğsünde barındıran, koca İstanbul!…
Nicelerini barındıracaksın!…
Ne yazmakla bitecek tarihin, ne saymakla bitecek eserlerin, Ne de anlatmakla bitecek güzelliklerin…
Kucağını açtığın dünya, akın akın geliyor sana!
Mevlana gibi dersin sende; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel”
Geliyorlar seni görmeye, değerine değer katmaya…
Yok, senin boş laflara ihtiyacın!
Kendi değerini, kendin koymuşsun, ağırlığın dünyaya bedel!
Sanal etiketlere yok ihtiyacın, markanı kendin yapmışsın!
Senin altın minareli camilerin, sokaklarını süsleyen erguvanların, diğerlerinin ’Blue Mosque’ adı ile adlandırdığı mavi çinili camilerin, Gökdelenlere örnek dikili taşların, gözyaşlarını biriktirdiğin sarnıçların, gerdanını süsleyen inci boğazın…
Saymakla bitmez, hepsi ayrı bir eser, ayrı bir duygunu anlatır.
Onlar senin doğuştan kanıtın, seni sen yapan değerlerin.
Adına türlü türlü efsaneler yazılan, şarkıların en güzel sözü olan sen, kendin yazdın senaryonu ve her parçanda anlattın hayatını. Tanımadı kimse seni anlamadılar, anlayamadılar seni… Ve baştan yazmak istedilerse de seni, güçleri yetmedi değiştirmeye.
Canı acıyan sana koştu, sende merhem buldu. Fakat can bulan, yine senden kaçtı, nankörlüğe koştu.
Sen can verdin, kucak açtın kucaksız gönüllere. Seni bırakmak ne mümkün! Sen fatih’e kapını açarken, bizleri bekledin. Bizlere kapını kapatmazsın. Sen ki, o nebinin övdüğü kutsal şehirsin. Ne peygamberler ayak bastı sıcak topraklarına, Ne karlar yağdırdın, ıssız sokaklarına… Sen ki övgüye değer en büyük şehirsin, sen ki beled-ül ekbersin.
Fatih davetine gelirken “Allah Allah” diyerek atan yürekleriyle kapını açmış, senin canını acıtmadan, cana can katarcasına, seni anlamaya, anlatmaya gelmişti.
Sana hanlar yaptı, “kapalı çarşıları, kapalı kutuları”, Ayasofyası’yla, Topkapısı’yla zaferi kucağında kutlayan fatih, seni övdü mısralarında, seni yazdı şiirlerinde.
Sokaklarında kokan ıhlamurlar, sıra sıra dizilmiş kümbetli evlerinle, Vefa’yla bize öğretmenlik yapan, su seslerinin yükseldiği Horhorla, padişahların, seslere kulak verdiğini anlatan O Aziz İstanbul…
Kabirlerin nurdan bir çehre, içinde aciz bir Süleyman… Sar beni İstanbul sıkıca sar beni toprağınla…
Ödüller onun adına, zaferler onun uğruna, onun bir saksı toprağına!
Birden omzuma dokunan el kendimi bugüne getirmişti. Bana bunları anlatan yanımdaki papaz efendi değildi sanki. Şu an gözlerimin derinliğine, derinliğine bakan o bir çift çakır göz, yıllardır yanımdan gelip geçen komşumuz papaz efendi değildi. O tarihin ta kendisi idi.
Yavaş yavaş yerinden kalkmaya çalışırken “ bak kızım, bu topraklar ne senin ne benimdir. Bu bize bırakılmış bir emaneti, gelecek sahiplerine bırakmaktan başka bir sahiplenme değildir. Biz size, siz yarına bırakacaksınız. Ama hiç birimiz bu şehri, İstanbul’u aldığımız gibi geleceğe, asıl sahiplerine bırakamayacağız.
Gitti, ardına bakmadan…
Gitti ardında bir eser dahi kalmadan…
Gitti derken… Ben geride, Emirgan’ın en eski çınarının içi boşalmış gövdesinde, İstanbul’u aradım.
İstanbul, beni affet… Seni geleceğe, geçmişteki güzelliğinle taşıyamayacaktım
İstanbul, bizi affetmeyecekti…
DİLARA NUR KARA - 13.04.2010
Ne yazmakla bitecek tarihin, ne saymakla bitecek eserlerin, Ne de anlatmakla bitecek güzelliklerin…
Kucağını açtığın dünya, akın akın geliyor sana!
Mevlana gibi dersin sende; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel”
Geliyorlar seni görmeye, değerine değer katmaya…
Yok, senin boş laflara ihtiyacın!
Kendi değerini, kendin koymuşsun, ağırlığın dünyaya bedel!
Sanal etiketlere yok ihtiyacın, markanı kendin yapmışsın!
Senin altın minareli camilerin, sokaklarını süsleyen erguvanların, diğerlerinin ’Blue Mosque’ adı ile adlandırdığı mavi çinili camilerin, Gökdelenlere örnek dikili taşların, gözyaşlarını biriktirdiğin sarnıçların, gerdanını süsleyen inci boğazın…
Saymakla bitmez, hepsi ayrı bir eser, ayrı bir duygunu anlatır.
Onlar senin doğuştan kanıtın, seni sen yapan değerlerin.
Adına türlü türlü efsaneler yazılan, şarkıların en güzel sözü olan sen, kendin yazdın senaryonu ve her parçanda anlattın hayatını. Tanımadı kimse seni anlamadılar, anlayamadılar seni… Ve baştan yazmak istedilerse de seni, güçleri yetmedi değiştirmeye.
Canı acıyan sana koştu, sende merhem buldu. Fakat can bulan, yine senden kaçtı, nankörlüğe koştu.
Sen can verdin, kucak açtın kucaksız gönüllere. Seni bırakmak ne mümkün! Sen fatih’e kapını açarken, bizleri bekledin. Bizlere kapını kapatmazsın. Sen ki, o nebinin övdüğü kutsal şehirsin. Ne peygamberler ayak bastı sıcak topraklarına, Ne karlar yağdırdın, ıssız sokaklarına… Sen ki övgüye değer en büyük şehirsin, sen ki beled-ül ekbersin.
Fatih davetine gelirken “Allah Allah” diyerek atan yürekleriyle kapını açmış, senin canını acıtmadan, cana can katarcasına, seni anlamaya, anlatmaya gelmişti.
Sana hanlar yaptı, “kapalı çarşıları, kapalı kutuları”, Ayasofyası’yla, Topkapısı’yla zaferi kucağında kutlayan fatih, seni övdü mısralarında, seni yazdı şiirlerinde.
Sokaklarında kokan ıhlamurlar, sıra sıra dizilmiş kümbetli evlerinle, Vefa’yla bize öğretmenlik yapan, su seslerinin yükseldiği Horhorla, padişahların, seslere kulak verdiğini anlatan O Aziz İstanbul…
Kabirlerin nurdan bir çehre, içinde aciz bir Süleyman… Sar beni İstanbul sıkıca sar beni toprağınla…
Ödüller onun adına, zaferler onun uğruna, onun bir saksı toprağına!
Birden omzuma dokunan el kendimi bugüne getirmişti. Bana bunları anlatan yanımdaki papaz efendi değildi sanki. Şu an gözlerimin derinliğine, derinliğine bakan o bir çift çakır göz, yıllardır yanımdan gelip geçen komşumuz papaz efendi değildi. O tarihin ta kendisi idi.
Yavaş yavaş yerinden kalkmaya çalışırken “ bak kızım, bu topraklar ne senin ne benimdir. Bu bize bırakılmış bir emaneti, gelecek sahiplerine bırakmaktan başka bir sahiplenme değildir. Biz size, siz yarına bırakacaksınız. Ama hiç birimiz bu şehri, İstanbul’u aldığımız gibi geleceğe, asıl sahiplerine bırakamayacağız.
Gitti, ardına bakmadan…
Gitti ardında bir eser dahi kalmadan…
Gitti derken… Ben geride, Emirgan’ın en eski çınarının içi boşalmış gövdesinde, İstanbul’u aradım.
İstanbul, beni affet… Seni geleceğe, geçmişteki güzelliğinle taşıyamayacaktım
İstanbul, bizi affetmeyecekti…
DİLARA NUR KARA - 13.04.2010